ANASAYFA KONU ARA FOTO GALERİ VİDEOLAR ANKETLER SİTENE EKLE RSS KAYNAĞI İLETİŞİM

Facebook Twitter Sayfamız

       

facebook sayfasımız

01. Beyt

01. Beyt

Tarih 02 Haziran 2011, 17:46 Editör Çınar Erdoğan

Sığındım Zat-ı Hakk'a gel gidelim.
Hemen seyr-i ilallah gel idelim.
Yüce dergâhına yüzler sürelim.
Garibiz kimsemiz yoktur diyelim.
Bu varlık geçip Hakk'a gidelim.
Aziz seyr-i ilallah gel edelim.

 

RİSALE - İ KUDSİYYE TERCEMESİ

 
 
 
 
 

1.BAB

Risale-i Kudsiyye'nin "Eûz-ü Besmele, Hamdele ve

Salvele" si beyanındadır.

(Beyt-l)

        

      Allah dostları bir işe: Eûzu, Besmele, Hamdele ve Salvele ile başlardı. Mustafa İsmet Garibullah Büyük Şeyh Efendi (Kuddise Sirruhu) Hazretleri de Risale-i Kudsiyye'sinde böyle yapmıştır.

      "Sığındım Zat-ı Hakk'a gel gidelim"

      "Allah-u Teâlâ Hazretleri'nin Zatına sığındım."
 

      Sığındım : Kelimesi türkçedir. Arapçası  dür. Ve mastarı   ve   gelir. Bu masdarlar iltica etmek, korunmak, ecir talep etmek, yardım istemek manalarında kulanılır.

      Sığınmak iki şekilde olur: Bir maddî varlıklara -yani yaratılanlara sığınmak vardır. Meselâ bir gurup çocuk oynarken içlerinden bir tanesi diğerlerini kızdırıp sonra, korkudan anne veya babasının yanına koşsa, bu bir sığınmadır.
 
      Ya da bir insan bir ağacın arkasına saklansa veya eve girip kapıyı kilitlese bunların hepsi sığınmadır. Bir de manen sığınmak vardır, bu sığınma Allah-u Tealâ Hazretlerine olur.
 
Zat-ı Hakk'a sığındım: demek: "Allah-u Teâlâ Hazretle-ri'nin Zatına sığındım." demektir.
 
Sığındım, kelimesinde fiil fail bir aradadır.
 
Zat-ı Hak da mefuldür,
 
      Bu şekilde yanyana gelen kelimelere nahiv ilminde terkib-i izafî denir. Birinci kelime muzaf ikincisi muzafun ileyh'tir. Zat-ı Hak'ka diye okunan bu terkip Türkçe de: "Hakk'ın zatına" diye okunur. Beytullah, Abdullah, İbn-ü Ahmet gibi kelimeler de "Zat-ı Hak" gibi birer terkiplerdir.
 
      Dil ilimleri her lisanda vardır. Dil ilimlerini de Allah-u Tealâ Hazretleri yaratmıştır. Dil ilimlerine arapçada "Sarf" ve "Nahiv" denir.
 
      Allah-u Teâlâ Hazretlerinin kelâmı olan Kur'an-ı Kerim'de sarf ve nahiv ilimlerindeki bütün kurallar en güzel ve en iyi şekilde kullanılmıştır. İnsanlar bunları zamanla bularak kitaplara geçirmişlerdir. Bu ilim, dinî ilmleri öğrenmeye vesile olduğundan çok kıymetlidir.
 
      Telefon ve telgraf da dil ilimleri gibidir. Bunları da Allah-u Tealâ yaratmıştır. Sonra da bir bir kullarına bulduruyor. Elektrik te böyle. Daha neler varsa hepsini Allah-u Tealâ yarattı. Kullar bunları kendilerine mal etmesinler, edebi terketmesinler.
 
      Anlatıldığına göre bir medrese talebesi vefat etmiş, gömülmüş, kendisine telkin verilmiş, ve onu gömen cemaat geri dönmüş. Münker-Nekir melekleri gelip talebeye  Rabbin Kimdir? diye sormuşlar. TalebedeMukaddem haberMuahhar mübteda  diye cevap vermiş.
 
      Melekler, Alîm (ziyade bilici) olan Allah-u Tealâ Hazretlerine gidip: "Ya Rabbi bu ne diyor." diye sormuşlar. Allah-u Tealâ Hazretleri de meleklere:
 
"Benim kullarım benim kelâmımı anlamak için bir takım kaideler öğrenirler, bu da onlardandır, söylediği doğrudur, ona dokunmayın" buyurmuş. Bakınız "iki kelimeden birinin mübteda, diğerinin haber" olduğunu söylemesi: "Rabbim Allah'tır" demek yerine geçti.
 
"Sığındım Zat-ı Hakk'a gel gidelim" demekle, 
 
      Mustafa İsmet Garibullah (Büvük Şeyh Efendi) (Kuddise Sırruhu) Hazretleri: dediğini ifade ediyor.
      Eûzü billah, mahlûktan halika dönüştür.
      Hayırların hasıl olması, bütün belâların defolması hususunda ve nefislerin ihtiyaçlarında tam zengin olan Allah'a sığınmaktır. Ve bunda   "Allah'a kaçın." ayet-i kerimesinin
sırrı vardır.

Burada Üstadımız Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise sırruhu) Hazretleri, Risaley-i Kudsiyye'sinin kenarına şöyle yazmıştır: 

 
 
 
 İmam Ebu'l-Kasım Abdül Kerim ibni Hevâzen el- Kuşeyrî (Kuddise Sırruhu), Üstad Ebu Ali ed-Dekkak (Kuddise Sırruhu) nun şöyle buyurduğunu işittiğini nakletmiştir:
 
"Bir gün Davud (Aleyhisselam) tek başına bazı sahralara çıkmışAllahu Tealâ ona: 'Ey Davud! Seni niçin yalnız görüyorum' deyince
 
      O: 'Ey İlahım! Kalbime sana kavuşma aşkını (Seninle beraber tenhada olmayı) tercih ediyorum, bu aşk, benimle insanların beraberliğin arasına girerek engel oldu.' diye cevap verince,
 
      Allah-u Tealâ ona: “insanlara geri dön, şüphesiz ki sen bana kaçak bir kulumu getirirsen seni Levh-i Mahfuz'da CEHBEZA (iyiyi kötüden ayıran mütehassıs, akıllı, büyük âlim) olarak yazarım.” diye vahyetti." (Burada nihayet buldu).
 
      Ayrıca burada Mevlâya yaklaşmaya acizlikten başka bir vesile olmadığına da işaret vardır. Hakiki acizliği anlamak, idrak etmek de makamların en nihayetidir (yükseklik bakımından sonudur).
 
      Kul (insan), eûzü diyerek günah kapılarını kapatır. "Besmele" çekerek taat kapılarını açar. Ariflerin istiâzesi (sığınması) Allah (Celle Celalühü) dan gayrisini görmekten ve kesretin (çokluğun) kendisine hicap (perde) olmasındandır.
 
      Hakiki istiâze sırf söz ile olmaz, onda kalp huzuru ve sözün hâle ve fiile uygun olması lâzımdır. Lisan: "Eûzü billah" derken, hâl ve fiil    "Şeytana sığındım." dememelidir. Kalbin huzur bulmasıda şu ayet-i kerimede buyurulduğu üzere ancak zikir ile mümkündür.
             
"Agâh olunuz! (Biliniz ki!), kalpler ancak Allah'ın zikri ile mutmain olur (sükûnet bulur) " (Rad Suresi:28)
 
      Büyük Şeyh Efendi Mustafa İsmet Garibullah (Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin, kabiliyetli bir müridi olan Ali Sırrı Şem'ullah (Kuddise Sırruhu) ya yazmış olduğu mektupta zikir şöyle anlatılmaktadır.
 
 
      "Bütün evliyaullah'a göre zikirden murad, şekilsiz ve misilsiz olarak Allah'ın (Celle Celalühü) Zatını düşenerek kalbin helak olması (eriyip gitmesi) suretiyle Allah'a (Celle Celalühü) yönelmek ve masivadan (Allah'dan başka her şeyden) yüz çevirmektir."
 
      Zikir işte budur. Herşey arkaya atılacak. İnsan bunu tam becerirse, ne şeytan ne de nefis kendisine tesir edemez, Mevlâ-ya böyle yönelmeyi tarikat ehli bilir.
 
      Onlar, Mevlâ'yı zikr ede ede Allah'a yönelir ve yaklaşırlar. O yönelmede ilerledikçe sâlik (tarikat ehlin) in nazarında dünya ve ahiret yok olur, hatta kendi varlığını bir varlık bilmez. Onun için şeytan ona yaklaşamaz, nefsi de etki edemez.
 
      Şeytan ateşten yaratılmıştır. Nurun yanında ateş yok olur. Bundan sebep mümin sırattan geçerken cehennem şöyle diyecek:

                        

            "Geç ya mümin! Muhakkak senin nurun benim ateşimi söndürdü."
 
      İnsan evvela Esma, Sıfat sevgisine tutulur. Nasıl? Meselâ Mevlâ sana iyilik etti diye O'nu seversin. Sonra bu unutulur, Mevlâ'nın yalnız kendisi kalır.
 
      Kul Mevlâ'ya sığınmakla sanki Mevlâ'nın kucağına sığınıyor. Bu ifadeler mecazîdir. Akla yaklaştırmak içindir. Eğer Mevlâ'ya sığınırsan seni şeytan bulamaz, yoksa camide de, Mekkede de olsan bulur.
 
      Mekke'de bir kardeşimize ders yaparken zuhurat oldu. Manada görüyorki, adamın birinin elinde bir çuval var çuvalın içine cinleri hamsi gibi doldurmuş. Adam diyor ki: "Bu cinleri bütün insanlara musallat edeceğim."
 
      Kardeşimiz: "Birşey yapamazsın." diyor. Adam da çuvalı açıp cinleri dağıtıyor. Ders yapanın her tarafını cinler kuşatıyorlar. "Bir rabıta yaptım hepsi gitti." diyor. Tarikat düşmanları rabıtayı hafife alıyorlar. Rabıta biiznillah cinleri defeder. Onun için kimse' rabıtadan şüphe etmesin, rabıta en büyük kaledir, içine giren kurtulur.
 
      Şu ayet-i kerimede de Mevlâ Teâlâ şöyle buyurmaktadır.
         
"Rabbinin ismini zikret ve bütün mahlûkattan son derece kesilmekle ona yönel." (Müzzemmil Suresi:8)
 
      Bir taraftan kalbinde çarşıdaki kargaşalıklar gibi çeşitli vesveseler ve düşünceler varken, bir taraftan da "Allah", "Allah" diyorsan, bu, gafletle zikir olur. Allah'ı kalpteki vesvese ve düşünceleri atarak zikretmelidir.
 
      Peki zikr etmeyince ne oluyor? Mevlâ Tealâ buyuruyor ki:
      "Her kim Rahman'ın zikrinden göz yumarsa (yüz çevirirse) biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık o (şeytan), onun yakın arkadaşı olur." (Zuhruf Suresi:36)
 
      Her belâ, her günah zikirsizlik (Allah'ı unutmak) tan ileri geliyor. İmam-ı Gazali (Kuddise Sırrhu) Hazretleri: “Bir lâhza dahi zikirden boş kalanı, yumurtanın beyazının, sarısını kaplaması gibi şeytan kaplar ve o zaman şeytan ona ne olsa yaptırır.” buyuruyor.
 
Allah'ı niye unutuyoruz? Unutmaya hakkımız var mı? Bir beyitte:

 

      "Eğer bir zaman Rahman'dan gafil olursan, o zaman da şeytanın arkadaşı olursun." denmiştir.
 
      İmam-ı Rabbani (Kuddise Sirruhu) Hazretleri buyuruyor ki: Allah-u Tealâ bana cin alemini gösterdi, her taraf cinlerle doluydu, her cinin başında da bir melek matraka (sopa) ile bekliyordu. Cin bir insana zarar vermek isteyince o melek matraka ile cine vuruyor. Ancak Allah-u Tealâ cinin kime musallat olmasını istiyorsa ona vurmuyor.
 
      Zuhruf suresinde Mevlâ Tealâ şöyle buyuruyor:
 
      "Ne zaman ki kâfir kıyamet gününde bize geldiğinde, şeytanına hitaben: 'Keşke seninle benim aramda şarkla garb arası kadar uzaklık olsaydı, sen ne kötü arkadaşsın diyecek."
(Ayet38)
 
      İkisi bir ipe bağlı olarak Mevlâ'nın huzuruna gidecekler, Mevlâ Tealâ onlara şöyle buyuracak:

 

      "Asla size söylediğiniz söz menfaat vermez. Çünkü siz nefsinize zulmettiniz. Muhakkak ki siz azabta ortaksınız." (Ayet:39)
 
      Allah-u Tealâ unutuldu Ama Allah-u Tealâ bizi unutsaydı helak olurduk. Zikri terketmekten neler meydana gelir neler.
 
      Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) buyuruyor:

  

      "Dün gece şeytan bana musallat oldu az kaldı benim namazımı bozacaktı, onu yakaladım mescid direklerinden bir direğe bağlamayı, hatta sabahlayınca hepiniz ona bakarsınız istedim. (Seni arap çocukları taşlasın dedim). O zaman kardeşim Süleyman (Aleyhisselâm) ın sözünü hatırladım."
 
      "Ya Rabbi bana öyle bir mülk ver ki, benden sonra kimseye lâyık olmasın." (Sad suresi:35)
 
      Onun için Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şeytanı bağlamadı. Eğer bağlasaydı Süleyman (Aleyhisselâm) ın sözü kırılmış olacaktı.
 
      Risale-i Kudsiyye'yi okuyunca anlayabiliyor muyuz, anlatabiliyor muyuz? Yalnız lügat manasını bilseniz de, aferin. Emek eden anlar, emek etmeyen anlamaz.
 
            “Herkim ederse emek, o akibet bulur yemek.
              Etmezsen emek, bulmazsın yemek”
      Bu makamda Üstadımız Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise sirruhu) şu hadis-i şerifleri yazmıştır:
           
      Hadis-i Şerifte (şöyle gelmiştir): “Her kim Allah için olursa, Allah'da onun için olur. (Allah'a sığınanı Allah korur).”
 
      "Herkim, Allah katındaki mertebesini bilmek isterse, Allah-u Tealâ'nın, kendisi yanındaki yerine baksın, Çünkü kişi Allah'a ne kadar değer verirse Allah'da ona o kadar değer verir." (Risâle-i Kuşeyriye, sh.110) (Bu hadis-i şerifler, Allah-u Tealâ'ya sığınma makamına işaret etmektedirler), (Burada nihayet buldu).
                                  
      "Hemen seyr-i ilallah gel idelim."
 
      Seyr: Hareket etmek demektir. Sülük ise, yola gitmek, ilerlemektir. İkisi de ilmin, bilginin ilerlemesidir. Maddenin (cesedin) hareketi değildir.
 
      Tasavvufda seyr-i sülük, tarikat yoluna intisab ederek (az yemek, az içmek, az uyuyup, az konuşmak gibi) riyazetle ve manevi vazifelerle meşgul olmak suretiyle, sâlikin (Allah yolcusunun) Mevlâ ile kendi arasındaki perdeleri aşmak için yaptığı bir hareket-i ilmiyeden ibarettir ki, dört türlü seyir (yürüyüş) vardır:
 
      1. Seyr-i İlallah,
      2. Seyr-i Fillah,
      3. Seyr-i Anillah,
      4. Seyr-i Fil eşya.
 
      İmam-ı Rabbani müceddid-i elf-i sani (Kuddise Sirruhu) Hazretleri Mektûbat isimli eserinin 144. mektubunda bu seyirleri şöyle izah etmektedir:
 
      Seyr-i İlallah demek; aşağı bilgilerden yüksek bilgilere ilerlemek, ilimde durmadan yükselmektir. Böylece mahlûk (yaratılan) lara aid herşey bilindikten sonra, Allah-u Telâlâ'nın ilmine kadar varılır. Bu bilgiler başlayınca mahlûkata aid bilgilerin hepsi unutulur. Bu hâle FENA denir.
 
      Seyr-i Fillah demek; Allah-u Telâlâ Hazretlerinin isimleri, sıfatları, şuûn (şan) ve itibarları, takdisat ve tenzihatı mertebelerinde ilmin ilerlemesi demektir.
 
      Böylece bir ibare ile anlatılamayan, bir işaretle bildirilemeyen, bir isim verilemeyen, bir kinaye ile söylenemeyen, hiçbir alimin bilemediği, hiçbir idrak sahibinin anlayamadığı bir mertebeye varılır. Bu seyre de BEKA denir.
 
      Seyr-i Anillah: Bu da ilmin hareketidir. Yüksek bilgilerden, aşağı bilgilere inilir. Böylece gerisin geri mümkinâta (yaratıklara) dönülür. Bütün vücup mertebelerinin bilgilerinden inilir.
 
      Bu seyri yapan arif Allah ile (beraber olduğu halde) Allah'ı unutur (gibi görünerek insanları irşadla uğraşır). Allah ile Allah'tan döner, işte bu zât, hem bulup hem kaybeden, hem kavuşup hem ayrılan, hem yakın hem uzaktır.
 
      Bundan sonra, Seyr-i Fil eşya başlar; Bu seyirde ise birinci seyirde kaybolup giden, eşyanın bütün ilimleri yavaş yavaş ele geçer. Bu dördüncü seyir birinci seyrin karşılığıdır. Üçüncü seyirde ikinci seyrin karşılığıdır.
 
      Seyr-i İlallah ile Seyr-i Fillah, velayeti (veliliği) elde etmek içindir. Bu makam Fena ve Bekadan ibarettir.
 
      Seyr-i Anillah ve Seyri-i Fileşya ise davet makamını elde etmek içindir. Bu makam ise, aslında peygamberlere mahsustur."
 
      Bahsedilen bu seyirler insandaki latifelerle yapılır. Latifeler âlem-i sagir olan insanın parçalandır. İnsan ruh ve beden olmak üzere iki şeyden müteşekkildir. Ruh, âlem-i emirden, beden ise âîem-i halk'tandır.
 
      Âlem-i emrin 5 letâifi vardır. Bunlar, Kalp, Ruh, Sır, Hafi ve Ahfa'dır. Allah-u Teâlâ bunları, "Kün" (ol) emriyle halk etmiş (yaratmış) tır. Bunlar madde âleminden değildir. Bu latifelerin insan vücudunda bağlı kılındığı yerler şunlardır.
 
      Kalp : Sol göğsün altında
      Ruh : Sağ göğsün altında
      Sır : Sol göğsün üstünde
      Hafi : Sağ göğsün üstünde
      Ahfa: Göğsün ortasındadır.
 
      Âlem-i Halk'da beş latifeden ibarettir. Dördü anasır-ı er-baa dediğimiz: Su, Hava, Toprak, Ateştir. Beşincisi ise: Nefs-i Natıka'dır.
 
      Bu letâiflerin asılları âlem-i kebirdedir. Âlem-i kebir büyük âlem demektir ki, insandan başka olan herşeydir.
 
      Bir sâlikin (tasavvuf yolcusunun) latifelerinin bu âlemden başlayıp arşın fevkine (üstüne) kadar yükselmesi olan seyr-i ilallah'tan maksat; masivanın (kul ile Mevlâ arasına giren düşüncelerin) gayr ve gayriyyetin (yabancıların ve kulun Allah'a olan yabancılığının) ortadan kaldırılmasıdır. 
 
      Mevlâ'nın fazl-ı keremiyle mâsiva, sâlikin nazarından tamamen kalkıp Allah'tan gayriyi görmekten bir nam ve nişan kalmayınca fenafillah tabir edilen manevi rütbe hasıl olmuş olur ve böylece seyr-i ilallah tamamlanır.
 
      Büyük Şeyh Efendi Mustafa İsmet Garibullah (Kuddise Sırruhu) Hazretleri, insanoğlunun en hayatî meselesi olan bu seyr-i sülük işinin öneminden dolayıdır ki "Hemen seyr-i ilallah gel edelim " buyuruyor.
 
      Herkese sesleniyor: "Gelin Allah'a gidelim." diye. Gelmezseniz gidemezsiniz, geleceksiniz ki gidebilesiniz. "Hemen seyr-i ilallah gel edelim" daima, durmadan Allah'a dek yürüyelim demektir.
 
Burada Üstadımız Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu) Hazretleri, Risaley-i Kudsiyye'sinin kenarına şöyle yazmıştır:
 
  
 
 
      "Bilki Seyr-i Ilallah müşahede ve muayene (Allah-u Tealâ-yı görür gibi olma) makamı diye isimlendirilen mertebedir.
 
      Bu makam, saliklerin (henüz manevi yola başlayanların) derecelerinin sonu, vasıl olan (ulaşmış olan) ariflerin derecelerinin ise ilkidir. Manevî bir yürüyüş ile Allah-u Tealâ'ya yürüyen salikin seyri (yürüyüşü) muayene makamına ulaşmakla son bulur. Bu yürüyüş bittikten sonra, Seyri Fillah başlar ki, bu ebe-diyyen kesilmez ve son bulmaz. (Haşiye-i Şeyhzade, 1/79)
 
  
      Muhakkikler demişlerdir ki: Allah-u Tealâ'ya olan yolculuğun sonu vardır. Allah-u Tealâ'da olan yolculuğun sonu yoktur" (Fahru'r-Razî:106) (Burada sonbuldu)  
                                  

      "Yüce dergâhına yüzler sürelim."
      "Yüce kapısının eşiğine (Mevlâ'nın huzuruna) yüzler sürelim."
       Yüce: Yüksek demektir.
       Dergah: Kapı, eşik, tekke ve sığınılacak yer manalarına gelir.
       Nasıl yüz süreceğiz:

 

 
      "Garibiz kimsemiz yoktur diyelim."
 
      "Diyelim ki garibiz, kimsemiz yoktur."
 
      Garib:Kimsesiz, zavallı ve vatanından uzak, demektir.
 
      Biz garip değiliz, oğlumuz var, kızımız var derseniz, peki kabirde kimimiz var? Meselâ bir şiddetli zelzele olsa, kızında, oğlunda hepsi bir anda gider.
 
      Bizler kolay aldanıyoruz. Aslında hepimiz birer garibiz. Nasıl mı garibiz? Mevlâna Celâleddin-i Rumî (Kuddise Sırruhu) Hazretlerinin şu dörtlüğü bizlere bunu açıklar:
 
 
  
   
      "Ruhun mebdei (başlangıcı), Allah'ın Arş'ının nurun-dandır. Yerin toprağı ise, cismin aslı ve vatanıdır. Ruh gurbettedir, cisim (beden) vatanındadır. O hâlde (Ya Rab!) Garip, mahzun ve
vatanından uzak olan ruha merhamet et."
 
      Mevlâna Celâleddin-i Rumî (Kuddise Sırruhu) Hazretleri Mesnevi isimli eserinin ilk beyitlerinde de şöyle buyuruyor:
 
    
      "Dinle neyden nasıl hikâye etmede. Ayrılıklardan şikâyet etmede." Neyden maksat arif olan insandır. Ruhanî âlemden ayrılıp, dünyada bulunmasından şikâyet etmektedir.
 
  
       "Kamışlıktan beni kestiklerinden beri. Benim feryadımdan erkek ve kadın ağlayıcıdır." Kamışlıktan maksat: Ruhlar âlemidir.
 
      Arif olan der ki: "Mevlâ Teâlâ Hazretleri sünnetullah gereği beni âlem-i ervahtan, ayırarak dünyaya gönderdiğinden beri sesimden ve figânımdan kadın ve erkek ağlar.
 
      Ney ayrıldığı kamışlığı istiyor da, oraya dönmek için fer-yad ediyor. Hani biz niye feryad etmiyoruz? Çünkü biz dünyayı sevdik. Allah (Celle Celalühü) kurtarsın.
 
 
  
      "Bu varlıktan geçip Hakk'a gidelim"
 
      "Bu varlık (kendi vasıflarımız) dan geçip Hakk'a gidelim."
 
      Kul, nefis ve şeytanla cihad ederek Öyle bir makama gelir ki orada artık kendi vasıflarından hiçbirşey görünmez olur, varlığını dahi unutur, dünya ile ilgisi kesilir, tamamen Mevlâ'ya yönelir, Fena Fillah olur. Bu ölmeden evvel ölmektir.
 
      Fakat bu hal, ancak bunu yaşayanlar ve buna kavuşanlar tarafından bilinir. Sair insanların bunu anlamaması böyle bir şeyin olmadığı anlamına gelmez.
 
      Büyük Şeyh Efendi Mustafa İsmet Garibullah (Kuddise Sırruhu) Hazretleri: "Bu varlıktan geçip Hakk'a gidelim." diyor.
 
      Bizde sahip olduğumuz, bütün malımızdan, mülkümüzden, yüzüklerden, küpelerden, bileziklerden, hatta kendimizden geçelim.
 
      Çünkü bunların hiçbiri bizim değil. Erzincan'a ne oldu hepimiz biliyoruz. Bir zelzele ile şehir yerle bir oldu. Pekçok insan öldü. İmanı olanlar kurtuldu şehit oldu. Gerisine bir şey diyemeyiz, biz karışmayız. Bir de Azerbaycan'ı düşünün. Bosna-Hersek'i düşünün. Ne vak'alar oluyor.
 
      Bazan bir mürid geliyor. Dersimi yapamıyorum diyor. Ben de ona diyorum ki: "Erzincan'ın, Azerbaycan'ın, Bosna-Hersek'in başına gelenler mi daha zor, yoksa senin tarikat dersinde tesbih çekmen mi daha zor?"
 
      "Onların başına gelen daha zor" diye cevap veriyor. Ben de ona: "O zaman ne kadar zorlanırsan zorlan, otur, dersini yap" diyorum. Allah Teâlâ Hazretleri buyuruyor: "Ya şeriatımı, tarikatımı yaşayacaksınız, ya da belâlarımı alacaksınız." İkisini de almıyoruz derseniz, Allah
Azimüşşan size ikisinden birisini aldırır. Dünyada şeriat yaşanmazsa Allah Teâlâ Hazretleri dünyada belâları verir. Ahiretteki azab ise ayrı.
 
      Eğer şeriat ve tarikat ehli olursanız, size toz konmadan yaşarsınız, sonunda da imanla ölürsünüz. Aksi takdirde kayadan kayaya çarpılırsınız. Tıpkı derinin tabakhanede çarpıldığı gibi. Bu işin sorumluluğunu ciddi tutalım. Ama kendimize güvenmek de yok, hepsi Allah'ın (Celle Celalühü) izni ile olacaktır.
 
 
Burada Üstadımız Hacı Ali Haydar Efendi (Kuddise Sırruhu)  Hazretleri, Risaley-i Kudsiyye'sinin kenarına şu ayetleri yazmıştır:
 
      
  
      "Sevdiklerinizden infak etmedikçe asla birr’e (takvaya, iyiliğe) ulaşamazsınız." (Ali imran Suresi:92) (insanın en sevdiği şey kendi nefsidir. Sevdiklerinden vermedikçe takva makamına ulaşamıyorsa kendi varlığından geçmeden Allah-u Tealâ'ya nasıl ulaşacak).
 
  
 
 
      "(İbrahim (Aleyhisselâm) dedi ki: Şüphesiz ki ben Rabbime gideceğim muhakkak kî O beni hidayet edecektir." (Saffât Suresi:99) (Bu ayet-i celilede, Mevlâ Tealâ'ya manen gitmekten ibaret olan Seyri İlallah makamına işaret etmektedir).
 
   
 
      "Allah (uğrun) da hakkıyla cihad edin. O sizi seçmiştir." (Hac Suresi:78) (Bu ayet-i celilede, Seyr-i Fillah makamında tarikata çalışmaya ve tarikat ehlinin bu işe seçildiğine işaret etmektedir), (Burada son buldu).
 
  
 
  
      "Aziz seyr-i ilallah gel edelim."
      "Aziz kardeşim gel Seyr-i İlallah edelim."
 
       Azîz: Ulu ve Kavi demektir. Burada ise, şerefli kardeşim demektir.
 
       Seyr-i İlallah: Latâiflerimizin bu âlemden Arş'ın üstüne kadar olan manevî yürüyüşüdür.
 
      Mustafa İsmet Garibuîlah (Kuddise Sırruhu) Hazretleri bu mısrasında da kulları, Seyr-i İlallah'a davet ediyor.
Bu haber 31292 defa okunmustur.

Risale-i Kudsiye

42.Beyt

Risale-i Kudsiyye 42.Beyt

41.Beyt

Risale-i Kudsiyye 41.Beyt
A.KARUL A.KARUL
NAMAZA BAŞLAMAK İSTİYORUM AMA ...? OKU
Meçhul Yazar Meçhul Yazar
Bir aşk hikayesi!
Taner ERDOĞAN Taner ERDOĞAN
Müstehcen NOTLAR - Kimi kandırıyoruz ?
Emrecan Er Emrecan Er
BENLİK DUYGUSU!

E-BÜLTEN ÜYELİĞİ

         

E-mail listemize adresinizi
ekleyin son eklenen 
konulardan haberdar  olun

_SAAT_

NAMAZ VAKİTLERİ

ANKET

Kuran-ı Kerim'i hangi sıklıkla okuyoruz?






Tüm Anketler

Bu sitenin içeriği titiz çalışmalar ile hazırlanmaktadır. Kaynak gösterilmesi şartı ile çoğaltılabilir.
RSS Kaynağı | Yazar Girişi | Yazarlık Başvurusu

Altyapy: MyDesign Haber Sistemi