| 
Facebook Twitter Sayfamız | 
				       Anasayfa » Tesettür ve Kadın   Kuran-ı Kerim de Çarşaf Geçiyor mu ? 04 Nisan 2012, 16:02  A.KARUL
 Neden çarçafÇarçaf hakkın da detaylı açıklama
 
			
            
            
			  Malumunuz olduğu üzere geçen sayımızdaki tesettürle alakalı yazımızda, Nur  süresi 31. âyet-i kerimeyi izaha  çalışmıştık. 
 Yazımızın  sonunda da, yine tesettürle alakalı olan Ahzab süresi 59 âyet-i kerimeye kısaca  temas etmiş ve âyet-i kerimede zikredilen “cilbab” tan muradın ne olduğunu bir  dahaki yazımızda detaylı olarak izah ederiz, demiştik. İnşallah bu yazımızda bu  konuyu anlatmaya gayret edelim.  Allah-u Teala bu âyet-i kerimede mümin kadınlara, evlerinden  çıkarken yabancı erkekler karşısında vücutlarını iyice örten cilbablarını, dış  elbiselerini, üzerlerine örtünmelerini  emretmiştir.
 
 Bu hicab âyet-i,  geçen yazımızda da ifade ettiğimiz gibi, kadınların avret mahallerini örtmeleri  istikrar kazandıktan sonra nâzil olmuştur. Demek ki, bu âyette emrolunan  tesettür, daha önce farz kılınan setr-i avretten başka fazla bir örtünmedir.   Dolayısıyla  âyet-i kerimede geçen “Cilbab” kıyafeti hakkında müfessirler değişik yorumlarda  bulunsalar da, mefhumda birleşmişler ve “cilbab”dan maksadın; kadının elbiseleri  üzerine giyilen ve vücut hatlarını belli etmeyecek şekilde bütün vücudu örten  bir elbise olduğunda ittifak etmişlerdir.
 
 Allah-u Teala  burada kadının örtünmesiyle alakalı olarak pek çok elbise şekli emir  buyurabilecek iken, acaba neden özellikle “cilbab” giyilmesini emir  buyurmaktadır?.. Elbette bunun pek çok hikmetleri vardır.   En önemli  hikmeti ise cilbabın, kadınların tesettüründe en ideal örtünme kıyafeti  olmasındandır. Çünkü cilbab, kadını baştan ayağı kapatmakta ve fitneye sebebiyet  verecek hiçbir açık kapı bırakmamaktadır.
 
 Böylece kadın  ile art niyetli, kötü düşünceli ve kalplerinde maraz olan kişiler arasına bir  perde çekilmiş, bu tür ahlaksız kişilerin sataşmasına fırsat verilmemiş  olacaktır. Nitekim bu maksat âyet-i kerimede de: “Bu (cilbabı giydikleri zaman  ki durumları) onların tanınmalarına, tanınıp da eziyet edilmemelerine en  elverişli olandır.” şeklinde zikredilmiştir.
 
 Gerçi bu konuda  eziyet etmeyi, kadınlara sataşıp tacizde bulunmayı bir huy edinmiş olan alçak  karakterli, bir takım kalbi bozuk tıynetsiz kimseleri elbette örtü engelleyecek  değildir. Fakat imanlı, temiz kadınların bu tür şehevî ve kirli bakışlardan,  kendi sadeflerinde gizli inciler gibi korunmuş kalmalarına en uygun olan şekil  de budur.
 
 Hal böyle olunca, kadının bu konuda son derece  suçsuz ve masum olduğu, onlara eziyet ve tacizde bulunacak olan nefsinin zebûnu,  sapık ruhlu kimselerin ise çok açık bir vebal yüklendiği herkes tarafından  aşikare olmuş olur.   Peki,  kadının dış örtü  örtmesi gerektiğini beyan eden bu âyet-i kerimede, örtünme için belli bir şekil  ve model var mıdır?
 
 Yani “kadının dış örtüsü nasıl ve ne şekilde  olmalıdır?” derseniz, efendim, tesettür emri ile alakalı olarak Nur Sure'si 31.  âyette geçen “başörtüsü” (hımar-humur) ve Ahzab Suresi 59. âyette geçen “Dış  giysi” (cilbab-celabîb) ifadeleri birlikte mütaala edilince, kadın için iki  parçalı bir giysi şekli ortaya çıkıyor.  Birincisi; saç,  boyun ve göğüsleri örten ve omuzlara doğru yakaların üstüne serbest bırakılan  "başörtüsü"dür. İkincisi ise; "dış giysi" olup, bunun şekli de  iki türlü tarif edilmiştir.
 
 Başörtüsünün üstünden, bedeni aşağıya kadar  örten büyük parça bir giysi veya başörtüsünün altından, boyundan aşağı topuklara  kadar örten dış giysi…  Peki ulema bu konuda ne diyor ve hangisini  tercih ediyor? Ulemanın bu konudaki beyanlarına geçmeden önce, yeri gelmişken  bazı Müslüman kardeşlerimizin sıkça sorduğu “Kuran-ı  Kerimde çarşaf geçiyor mu?” sorusuna cevap verelim.   Lafı  dolandırmadan net bir şekilde söyleyelim, evet Kur’an-ı kerimde çarşaf  geçiyor.
 
 Adresi ise Ahzab suresinin 59. âyet-i kerimesidir. “İyi de bu  âyet-i kerime çarşaftan değil, cilbabdan bahsediyor.” dediğinizi duyar gibiyim.   Evet âyette  “celâbil” diye geçer. “Celâbib” kelimesi “cilbab”ın çoğuludur. Cilbab ise  Türkçede “çarşaf” manasına gelir. Bazı tefsirler “cilbab” kelimesini “milhafe”  diye tefsir ederler ki, “milhafe” de lugatta çar ve çarşaf manasına  gelir.  Eğer “birebir kelime olarak çarşaf geçmiyor.”  diyorsanız, doğrudur. Kur'an’da “çarşaf” kelime olarak geçmez.   Neden?   Çünkü “çarşaf”  Arapça değil, Farsça bir kelimedir. Oysa Kur’an-ı Kerim Arapça  indirilmiştir.
 
 Dolayısıyla bu mantığa göre, Kur’an’da birebir kelime  olarak “namaz” da geçmez, “oruç” kelimesi de… Çünkü o kelimeler de Farsçadır.  Zira Kur’an’da “namaz ve oruç”; “salat ve savm” şeklinde geçer.   Şimdi ulemanın  bu âyetle ilgili olarak yaptıkları tefsirlerin bazılarını zikredelim.  Ulema, âyet-i kerimede “cilbab” diye geçen bu tesettürün nasıl  olacağı hususunda birkaç görüşe ayrılmışlardır.  Son devrin  alimlerinden Elmalılı, bu âyet-i tefsir ederken “cilbab”ı şöyle tarif etmiştir:  “Baştan aşağı örten çarşaf, ferace, câr gibi dış elbisenin adıdır.” “Tepeden  tırnağa örten giysidir.” “Çarşaf ve peçedir.”   Âyet-i kerimede  geçen “İDN” kelimesi: Yaklaştırmak demek ise de, âyette “Alâ” harfi cerri ile  kullanılması, kapsamak suretiyle sarkıtmak mânâsını da ifade ettiğinden,  üzerinden sıkıca örtmek demek olur.
 
 “Cilbab örtmek” tabirinde de iki  şekil vardır. Bunlardan birincisi; cilbablarından birisiyle bütün bedenini  örtmek, diğeri ise; cilbabın bir tarafıyla başından yüzünü örtmek demek  olur. Elmalılı, âyet-i  kerimede geçen “cilbab idnâsını” bu şekilde tarif ettikten sonra şöyle devam  ediyor: “Bu beyanda da iki suret vardır. Birisi; kaşlarına kadar başını  örttükten sonra büküp yüzünü de örtmek ve yalnız tek bir gözünü açık  bırakmak. (Elmalı bunu  söyledikten sonra, ‘bizler yetiştiğimiz zaman memleketimizde validelerimizin  tesettür tarzı bu idi.’ der)  İkincisi  de; alnının üzerinden sıkıca sardıktan sonra, burnunun üzerinden dolayıp  gözlerinin ikisi de açık kalsa bile, yüzün büyük bir kısmını ve göğsü tamamen  örtmüş bulunmaktır.
 
 (Bu  açıklamadan sonra da; ‘Hicri 1310’da İstanbul’a geldiğim zaman İstanbul  hanımlarının bir peçe ilave edilmek ve elde açık bir şemsiye bulunmak şartıyla  tesettür tarzları bu idi.’ demektedir.)” (Hak Dini Kuran Dili, C: 6, S:  337,338) Evet Elmalılı  merhum “cilbab”ı böyle tarif ediyor. Yani buradan anladığımız üzere çarşaf,  Osmanlı ecdadımızın da yaygın olarak uyguladığı bir  kıyafettir.
 
 Yine bu konuda  Konyalı Mehmet Vehbi Efendi “Hulasâtü’l-Beyan” isimli tefsirinde, kadınların  ziynetlerini örtmeleri için çarşafa bürünmelerinin lazım ve vacip olduğunu  zikretmektedir. (C: 9, S: 3719) Ömer Nasuhi  Bilmen Efendi de kendi tefsirinde “Cilbab”ı çarşaf olarak tefsir etmişlerdir.
 
 Gördüğümüz gibi  son devrin alimlerinden, herkesçe tanınan ve kabul gören üç tane tefsir aliminin  “cilbab” hakkındaki görüş ve yorumları bu şekildedir. Şimdi de diğer ulema bu  âyet-i nasıl tefsir ediyor ona bakalım. Taberî İbni  Sîrinden şöyle rivâyet eder: “Abide es-Selmanî’ye “…Dış elbiselerinden üstlerine  giymelerini söyle…” âyetinin manasını sordum. O hemen büyük bir çarşaf alarak  onunla bütün vücudunu örttü. Başını ta kaşlarına kadar kapattı. Yüzünü de  tamamen kapattı, yalnız sol gözünü açık bıraktı. Böylece âyet-i fiili olarak  tefsir etti.” (Taberi tefsiri c: 22) Taberî ve Ebu  Hayan, İbni Abbas (Radıyallahü anhüma)’dan şöyle rivâyet etmişlerdir: “Kadın  cilbabını alnının üzerine indirir ve oradan sıkar.
 
 Alttan da burnunun  üzerine kadar kapatır. Yalnızca gözleri dışarıda kalmalıdır. Yüzünün kalan kısmı  ile göğsünü tamamen kapamalıdır.” (Bahru’l-Muhit, C: 5,  S: 250) Ebu’s-Sûd  Efendi: “Cibab”tan maksat, çok geniş ve uzun bir örtüdür. Kadın bununla başını  örttüğü gibi yüzünü ve göğsünü de örterek ayaklarına kadar salar. Buna göre  âyetin manası ‘Kadınlar dışarıya veya yabancı bir erkeğin karşısına çıkacakları  zaman, bu örtüyle yüzlerini ve bütün vücutlarını örtsünler.’ olur.” demiştir.   Cevherî de:  “Cilbab”ı çarşaf diye tefsir etti. Ve cilbab çarşaftır denildi.
 
 (Tacül  Aras, C. 1/186)Ümmü Seleme  annemiz şöyle demiştir: “Cilbablarından üzerlerini sıkıca örtsünler.”   âyetinin nüzûlünden sonra, Ensar kadınları  siyah çarşaflara büründüler. Öyle bir ağırbaşlılık ile çıkmışlardı ki, sanki  hepsinin başına birer karga konmuştu.”  Verilen  kaynaklardan da anlaşıldığı üzere İslam alimlerinin çoğunluğu çarşaf üzerinde  durmakta ve tesettürün çarşafla daha güzel olacağını ifade etmektedirler. Ayeti  kerimede geçen “cilbab”a, açıkça “çarşaf” demeyen müfessirler ise, “kesintisiz  bütün bedeni baştan aşağı örten geniş bir elbiseyi” tarif etmektedirler ki, bu  tarife en uygun olan kıyafet de çarşaf, ferace ve car’dır.   Bu kıyafetler  Türkiye'nin çeşitli yörelerinde, “ehram, peştamal-dolama, şalvar-atkı” gibi  farklı isimlerle de zikredilmektedir.
 
 Tabi bu kıyafetlerin kumaşının  kalitesi, ince veya kalın oluşu örfe, beldelere ve mevsimlere göre değişiklik  gösterebilir. Ancak dikkat edilecek husus, kadının boynu, omuzu, göğüs, kol,  koltuk altı, bel gibi uzuvlarının, kısaca vücut hatlarının belli olmaması  gerekmektedir.  İçini gösterecek kadar şeffaf, vücut hatlarını  belli edecek kadar ince ve dar olmamalıdır. Çünkü kadınların örtünmesinden  maksat bütün şüpheli yolları kesmek, erkek ve kadınların kalplerinde dolaşan  vesveseyi bertaraf etmektir.  Hal böyle olunca başörtüsü bu işi göremez.  Çünkü o boyundan bağlandığı için gerek omuzlar, gerekse boyun bölgesi çarşafla  olduğu kadar kapanmaz.
 
 Ayrıca onunla insanın gençliği, yaşlılığı,  güzelliği daha bariz anlaşılır ama çarşafla bu vasıflar örtülür.   Tabi şunu da  ifade edelim ki; âyet-i kerimede örtünmenin; “tanınıp eziyet edilmemesine daha  uygun olması” gibi bazı hikmetlerinin açıklanması, bu gayenin bulunmadığı veya  başka şekilde elde edildiği durumlarda, “örtünmek gerekmez” gibi yanlış bir  düşünce hatıra gelmemelidir.  Çünkü esas  itibariyle örtünmek, Allahın emri ve Dinin gereğidir.   Netice olarak,  tesettür hakkındaki nihâi emir bu âyetle verilmiştir. Dolayısıyla Allah-u Teala  Ahzab Süresi’nin 59. âyeti kerimesiyle, kadınların dışarıya cilbab/çarşaflarını  giymeden çıkmasını yasaklamıştır.
 
 Cumhuriyet  devrinin meşhur edebiyatçılarından Yakup Kadri Karaosmaoğlu’nun, "Çarşafa ve  Peçeye Dair" isimli bir makalesi vardır. Her ne kadar daha sonra bu  görüşlerinden çark edip kendi memleketinin manevi değerleri ile göbek bağını  koparmış olsa da, 1915 yılında yazdığı çok hoşuma giden bu muhteşem makalesini,  konumuzla alakalı olması hasebiyle sizinle paylaşmak istedim:   “Bu çirkin asrın  yegâne süsü ve güzelliği sizin çarşafınızdır!” “Bu çirkin asrın  ve bu çirkin muhitin yegâne süsü, yegâne güzelliği sizin çarşafınız, sizin  peçenizdir.
 
 Yalnız bunlardır ki gözlere hâlâ bakmak tahammülünü, bakmak  arzusunu veriyor.  Niçin onlardan  müştekî/şikâyetçi gibisiniz? O mazrûfa, bu zarftan daha muvâfık ne olabilir?  Sizi böyle gördükçe bir kadının başka türlü nasıl giyinebileceğini düşünüyorum  ve çarşafsız, peçesiz bir kadın tahayyül  edemiyorum. Siz bizim  aşkımızın, hürmetimizin, siz bizim kıskançlığımızın mutî mahbûbeleri değil  misiniz? Vücudunuzun şeklini alan bu dilfirîb/cazibeli, alımlı mahbesi, sizin  etrafınıza, sizin yüzünüz üstüne biz ördük; bizim ihtimâmımız, bizim  muhabbetimiz ördü.
 
 Sizi güneşten,  havadan, sizi kem nazardan sakındık da böyle yaptık. Yazık değil mi ki o saçlara  güneş vursun, o yüzü havalar, tozlar hırpalasın! Yazık değil mi ki, -ma’azallah-  o gözlerin harîmine kolayca laubâli bir yabancı gözün kıvılcımı  sıçrasın? Düşündük ki,  belki bilmeyerek, belki farkına varmayarak birine gülüverirsiniz. Nazarlarınız  belki, bilâihtiyar/elde olmayarak birinin üstünde fazlaca tevakkuf ediverir.  Onun için yüzünüzü örttük. Zira tebessümlerinizin, bakışlarınızın kıymetini biz  anlıyor, biz biliyorduk.  Gönlümüz onların  öyle lüzumsuz yere heder olmasına acıdı da, bir ipek mahfaza içinde  muhâfazalarına lüzum gördü.  Çünkü siz  hilkaten/yaratılış itibariyle müsrifsiniz, hazinelerinizin bahasını  bilemezsiniz; her şeyde bahil olan tabiat, bütün cömertlik kabiliyetini size  verdi, sizin kalbinize döktü, fakat öyle bir ifrat ile ki, nihayet böyle bir  tedbire ihtiyaç messetti.
 
 Zaten insanların yegâne vazifesi tabiatın  hatalarını tashihe çalışmak değil midir?  İnsanlar,  kadınlara tahakküm ettikleri gündür ki tabiata gâlip geldiler. Cemiyetlerin ve  medeniyetlerin esasını bir erkeğin kıskançlığı kurdu. Memleketlerden,  vatanlardan evvel ilk müdafaa edilen kadındı.  Bana inanınız  bütün bu evler, bu mâbedler ve bu şehirler sizin için yapıldı ve sizin  açıldığınız ve sizin kıskançlık mahbesini yıktığınız yerlerde derhal evler  yıkıldı, mâbedler harap oldu, şehirler çöktü.
 
 Çünkü sizin mahbesleriniz  o yerlerin surlarıydı, kaleleriydi. Niçin başka  cinsten (toplumlardan) kadınlara bakıp da başınızda garip mütâlealara meydan  açıyorsunuz? Onlardan size ne? Siz başlı başınıza bir âlemsiniz. Ben o âleme  girdiğim dakikadan itibaren hariçte bir başka mevcudiyet var mı, yok mu? unuttum  bile... Siz niçin kendinizde herkesi  unutmuyorsunuz? Söze başlarken  size demiştim ki, bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin yegâne süsü, yegâne  güzelliği sizin çarşafınız, sizin peçenizdir. Memnun ve müsterih yaşamak için bu  kanaat size kifâyet etmez mi?
 
 Halbuki benim  ruhumu sadece bu kanaat dolduruyor: Peçeniz ve çarşafınız… Bunlardır ki bana  muhabbeti öğretiyor; hayata muhabbeti, aşka muhabbeti, memlekete muhabbeti  öğretiyor, bâhusus memlekete muhabbeti…  Zira sizin bu  örtüleriniz, bu süsleriniz değil midir ki minarelerden ve o al râyetten/al  bayraktan sonra bu serseri ruha bir râz-âşinâ melce/dost, sığınak ve bir emin  mersâ/güvenli liman saadeti veriyor.
 
 Peçenizin  kudsiyetini şuradan anlayınız ki, bir yabancı elin ona uzanması ihtimâli bile  gayz nedir, hırs nedir, intikam nedir, kin nedir hiç bilmeyen bu tembel ve  yorgun ruhda, beldeler yıkacak, burcü bârûlar/kaleler ve kuleler devirtecek bir  ateş alevliyor.  Gördünüz mü?  Peçenizden bahsederken, haşin adımlarla, yüksek surlar etrafında dolaşan bir  eski kahraman gibi söz söylemeye başladım. Belki bunların hiç birini  yapmayacağım, fakat emin olunuz ki şu dakikada çok  samimiyim.  Size, sizin örtülerinize ve süslerinize doğru  teveccüh edince kendimi her şeye kadir farzediyorum.
 
 Tarih, menâkıb-ı  beşeriyeyi dolduran en büyük kahramanlıklar, bana birer çocuk oyunu gibi  geliyor. Sakın onları  çıkarmayınız, sakın onları atmayınız. Bu çirkin asrın, bu çirkin muhitin  ortasında asâlet ve zerâfete yegâne dâl/delil ve âlâmet olarak, bunlar, sade  bunlar kaldı.  İnsanlar senelerden beri, insanlığı  terzîl/rezil etmek için ve cemiyetlere manzaraların en fenasını vermek için  sevimsiz bir cinnetle her şeyi devirdiler. Bu gürûha peyrev olmak size yakışır  mı?  Ben sizi  zamanların ve insanların fevkinde, onların haricinde biliyorum. Siz mestûr  ruhlardan değil misiniz?
 
 Dünya yüzünde tek başına kalan ulvî bir dinin  İlâhı, sizi bu sıfatla sâir mahlûkat arasında mümtaz kılmamış mıydı?   Siz O’nun  halkettiği cennetâsâ âlemin meleklerisiniz. O, “Kitab”ında sizin isminizi  zikretti. O vakitten beri siz mukaddesat meyânına girdiniz.   Artık ne  hâle/bugüne, ne mâzîye/geçmişe, ne de âtîye/geleceğe mensupsunuz. Yalnız  unutmayınız ki, size bu mertebeye bizim aşkımız, bizim hürmetimiz, bizim  kıskançlığımız is’âd etti/yükseltti.”
 
 (Kânunuevvel  1331/ 1915 Aralık Yakup Kadri Karaosmanoğlu)
 
 Tesettürün  Allah’ın kitabına ve Resülüllah’ın sünnetine değil de modaya uydurulduğu,  örtünme anlayışının değişip yozlaştığı günümüzde, Yakup Kadri'nin "Çarşafa ve  Peçeye Dair" başlıklı bu güzel yazıyı kaleme almasına sebep olan o asil  hanımefendileri tekrar görebilmek  temennisiyle…
 
 Fi  Emanillah!
 
 http://www.mustafaozsimseklerhoca.com
 
 Mustafa  ÖZŞİMŞEKLER
 Bu haber 4363 defa okunmustur. 
			
				| 
					
						|  | Tesettür ve Kadın |  |  |  
				|  |  | 
 _SAAT_
 NAMAZ VAKİTLERİ |