| ||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||
mekke medine canlıfacebook sayfasımız |
80. Mektup20 Mart 2013, 17:28 Çınar Erdoğan * Mirzâ Fethullah Hakîm'e yazılmıştır 80. MEKTUP
Allah Sübhânehû ve Teâlâ bize ve size Şeriat-ı Mustafa yolu üzerinde istikâmet ihsan etsin. İşte mesele budur; gayrisi nafile! Yetmiş üç fırkadan her biri şeriata tâbi olduğunu iddia eder ve kurtuluşa erenlerden olduklarına kesin olarak inanır. “Her fırka, kendi yanında bulunanla sevinmektedir.” (Müminun: 53) âyet-i kerimesi onların hallerini anlatır ve durumlarını açıklar. Bu muhtelif gruplar arasından fırka-i nâciyeyi ayırabilmek için Nebiyy-i Sâdık (s.a.v.) efendimizin açıkladığı delile gelince, o şu hadis-i şeriftir: “Onlar, benim ve ashabımın bulunduğu hal üzere olanlardır.” 1 Burada Sâhib-i Şeriat (s.a.v.) efendimizin sadece kendini zikretmesi yeterli olduğu halde ashâbını da zikretmesi, “Benim yolum ashabın yoludur ve kurtuluş yolu yalnızca onların yoluna ittibâ etmekten geçer.” şeklinde bir ilan için olabilir. Nitekim Allah Sübhânehû ve Teâlâ buyurmuştur: "Kim Resûl'e itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa: 80) Resul'e itaat, Allah'a itaatin ta kendisidir. O'na itaat etmemek ise Allah Teâlâ ve Tekaddes hazretlerine isyan etmektir. Allah Sübhânehû, Resûl'e itaat etmediği halde Allah’a itaat ettiğini ileri süren bir topluluğun durumunu haber vermiş ve onların küfrüne hükmetmiştir. Âyet şöyledir: “Allâh ile elçilerinin arasını ayırmak isterler, «Kimine inanırız, kimini inkâr ederiz!» derler; bu ikisinin (inanmakla inkârın) arasında bir yol tutmak isterler.” (Nisa: 150) Ashâbın yoluna tâbi olmaksızın Nebî'ye (s.a.v.) ittibâ iddiası bâtıl bir iddiadır. Hatta bu iddia bilfiil Allah Resûlü'ne (s.a.v.) isyandır, karşı gelmedir. Böyle bir yolla kurtuluşa ulaşmak ne mümkündür?! “Kendilerinin bir şey üzerinde bulunduklarını, (doğru yolda olduklarını) sanacaklardır, iyi bilin ki onlar yalancılardır.” (Mücadele: 18) âyet-i kerîmesi onların haline uymaktadır. Efendimiz'in (s.a.v.) ashâbına tâbi olan fırka şüphesiz Ehl-i Sünnet ve’l-Cemâ'at fırkasıdır. Allah Teâlâ onların çabalarını mükafatlandırsın! Onlar, fırka-i nâciyedir (kurtuluşa eren fırkadır). Şia ve Hâricîler gibi Allah Resûlü’nün sahabesine dil uzatanlar, onlara tâbi olmaktan mahrumdurlar. Mutezile de tek başına sonradan ortaya çıkmış bir mezheptir. Bu mezhebin öncüsü Vâsıl b. 'Atâ’dır. Kendisi Hasan-ı Basrî'nin talebeleri arasında idi. Daha sonra Hasan-ı Basrî'nin (rh.a.) meclisinden ayrılıp küfür ve iman arasında bir durumdan2 söz etmeye başlayınca Hasan-ı Basrî (rh.a.), onun için "bizden ayrıldı" dedi. Diğer fırkalar da aynı şekildedir. Ashaba dil uzatmak gerçekte Resûlullah'a (s.a.v.) dil uzatmaktır. Ashâba saygı göstermeyen, Allah Resûlü'ne iman etmemiştir. Çünkü onların kötü olması, onların arkadaşının da kötü olması sonucuna varır ki; bu denli çirkin bir itikaddan Allah'a sığınırız. Bu arada, Kur'ân ve hadisler yoluyla bize ulaşan şeriat hükümleri ancak sahabe vasıtasıyla bize ulaşmıştır. Şayet sahabe ayıplanırsa onların yapmış olduğu nakillerin de ayıplı ve kusurlu olması gerekir. Bu nakil işi de sahabenin bir kısmına has değildir. Bilakis sahabenin hepsi adalette, doğrulukta ve tebliğ işinde eşittir. Hangisi olursa olsun Sahâbe-i kiramdan bir tanesine dâhi dil uzatmak, dîne ta'n etmek demektir ki bu denli çirkin bir durumdan Allah'a sığınırız. Sahâbeye dil uzatanlar, "Aslında biz de sahâbeye tabiyiz ama sahabeye tâbi olmak hepsine tâbi olmayı gerektirmez. Hatta sahabenin görüşleri ve mezhepleri muhtelif olduğu için hepsine tâbi olmak zaten mümkün de değildir." derse, şöyle cevap veririz: Sahabenin bazısına tâbi olmak ancak diğerlerini inkâr etmedikçe faydalıdır. Diğerleri inkâr edildiği zaman ötekilere uyma fiili de gerçekleşmez. Nitekim Hz. Ali (k.v.) üç halifeye de saygı ve ihtiram gösterirdi. Onlara uymayı hak gördüğü için biat etmiştir. O halde diğer sahâbeleri inkâr ederek Hz. Ali’ye tâbi olduğunu iddia etmek katıksız bir yalandır, iftiradır ve kuru iddiadan öteye geçmez. O sahâbeleri inkâr etmek gerçekte Hz. Ali (k.v.) efendimizi inkâr etmektir ve onun sözlerini ve davranışlarını açık bir şekilde reddetmektir. Allah'ın Aslanı Hz. Ali (k.v.) için takiyye ihtimalini câiz görmek akıl bozukluğunun son kertesidir. Sağlıklı bir akıl, Allah'ın Aslanı'nın yaklaşık otuz senelik bir süre içinde halifelere karşı olan buğzunu gizleyip bunun tersini izhâr ederek, onlarla nifak üzere kurulmuş bir beraberliğinin olmasını câiz görmez. Halbuki bu tür bir nifak, ehl-i Islâm'ın en basit ferdi için bile düşünülemez. Bu tutumun çirkinliğini iyi düşünmek ve anlamak gerekir. Çünkü böyle bir tutum, Allah'ın Aslanı Ali'ye (k.v.) büyük bir zayıflık ve küçük düşürücü bir hile nisbet etmektir. Farz-ı muhal, Allah'ın Aslanı için takiyyeyi câiz görsek bile Allah Resûlü (s.a.v.) efendimizin üç halife ile ilgili tazîmi ve başından sonuna kadar tüm hayatı boyunca onlara değer vermesi konusunda ne diyecekler? Bu makamda takiyyenin yeri olmaz; çünkü doğru olanı tebliğ etmek Resûl (s.a.v.) üzerine vâciptir. Bu noktada takiyyeyi câiz görmenin varacağı nokta zındıklıktır. Allah Teâlâ buyurmuştur: “Ey Elçi, Rabb'inden sana indirileni duyur; eğer bunu yapmazsan, O'nun mesajını duyurmamış olursun.” (Maide: 67) Kâfirler, "Muhammed, gelen vahiy içinden kendisine uyanı açıklıyor uymayanı ise gizliyor" diyorlardı. Kesin olan bir şey var ki o da Nebî'nin (s.a.v.) hata üzerinde sâbit olması (bir hataya devam etmesi) câiz değildir. Aksi halde getirmiş olduğu şeriata halel gelir. O halde üç halifeyi tazîm ve medh etmesinin tersine Efendimiz'den (s.a.v.) bir şey sâdır olmayıp onlara verdiği değeri ortadan kaldıracak bir şey de bulunmadığına göre; buradan anlaşılır ki Efendimiz'in (s.a.v.) üç halifeyi yüceltmesi ve onlara değer vermesi hatadan ve geçersiz olmaktan korunmuştur. Esas meseleye dönersek onların yukarda değinilen itirazının yani şüphesinin cevabını öncekinden daha açık ve daha net bir şekilde izah edelim: Dînin asıllarında sahâbenin hepsine tâbi olmak vaciptir. Çünkü dînî asıllarda sahâbe arasında ihtilaf yoktur. Sahâbenin ihtilafı yalnızca ayrıntılardadır.
Sahâbenin bazısına dil uzatan kişi, onların tümüne tâbi olmaktan mahrumdur. Sahâbe sözleri ittifak ifade etmekle birlikte; dîn büyüklerini (sahâbeyi) inkâr nasipsizliği, o sözlerdeki ittifakı ihtilafa dönüştürmektedir. Hatta söyleyeni reddetmek , o kişinin söylediklerini de reddetmeye götürmektedir. Yukarıda da değindiğimiz üzere, şeriatı bize ulaştıran, ashâbın tümüdür. Çünkü ashâbın hepsi adalet sahibidir ve her biri bize şeriattan bir şey ulaştırmıştır. Aynı şekilde Kur'ân da her birinden bir veya daha fazla âyet alınarak toplanmıştır. O halde onların bazısını inkâr etmek Kur'ân’ı ulaştıranları inkâr etmek demektir. Böyle olunca, (sahâbeden bazılarını) inkâr eden kimsenin şeriatın bütün hükümlerini yerine getirmesi mümkün olmaz. Bu durumda felâh ve kurtuluş nasıl mümkün olabilir?! Allahu Teâlâ şöyle buyurur: “Yoksa siz Kitab'ın bir kısmına inanıp bir kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Sizden bunu yapanın cezası, dünyâ hayâtında rezil olmaktan başka nedir? Kıyâmet gününde de (onlar) azâbın en şiddetlisine itilirler. Allâh yaptıklarınızı bilmez değildir. “ (Bakara: 85) Bununla birlikte deriz ki; Kur’an-ı Kerim'i toplayan Hz. Osman'dır, hatta Ebû Bekir Sıddık ve Ömer'dir (r.anhüm). Hz, Ali'nin (k.v.) topladığı şey onun içeriği, Kur'an'ın dışında bir şeydir. İyi düşünmek gerekir. Çünkü bu büyükleri inkâr, hakikatte Kur'anı inkara götürür ki bundan Allah Sübhanehû'ya sığınırız. Birisi bir Şiî müçtehide şöyle bir soru sordu: - Kur’ân’ı Osman'ın cem ettiği iddia edilmekte. Bu durumda Kur'ân hakkındaki itikadın nedir?” O şöyle cevap verdi; - Onu inkârda bir maslahat görmüyorum. Çünkü onu inkâr etmek dînin tamamen yıkılmasına sebep olur.” Aynı şekilde aklı başında olan kişi, Allah Resûlü’nün (s.a.v.) irtihalinin üzerinden henüz bir gün bile geçmeden, sahâbe-i kirâmın bâtıl bir durum üzerinde birleşmesini mümkün görmez. Şu sabittir ki; Allah Resülü'nün vefat ettiği gün, sahâbelerin sayısı otuz üç bin kadardı ve hepsi de gönül rızasıyla ve kendi tercihleriyle Sıddîk-ı Ekber'e (r.a.) biat etmişti. Böyle bir durumda Allah Resûlü'nün bütün ashâbının dalalet üzere birleşmeleri imkansız bir durumdur. Nitekim Efendimiz (s.a.v.) de buyurmuştur: “ Ümmetim sapıklık üzerine birleşmez.” 3 Hz. Ali'nin (k.v.) başlangıçta biat etmekte gecikmesi, “Kızgınlığımız şûrâdan geri bırakılmamız sebebiyledir; yoksa biliyoruz ki Ebû Bekir bizden daha hayırlıdır.” sözüyle kendisinin de belirttiği üzere, şûrâya davet edilmemesi sebebiyledir. Hz. Ali'nin (k.v.) şûrâya davet edilmemesinin sebebi, musîbetin ilk dehşetinin yaşandığı sırada ehl-i beytin yanlarında kalarak onları teselli etmesi gibi bir maslahatın gözetilmesi veya buna benzer bir sebepten olması mümkündür. Yoksa sahabe arasında meydana gelen ihtilafların kaynağı nefsânî arzular değildir. Çünkü onların nefisleri tezkiye edilmiş (arınmış), “kötü ve çirkin olanı emretmekten” kurtulmuş ve “mutmainne” olmuştur. Onların arzu ve istekleri şeriata tâbidir. Üstelik sahabe arasında ortaya çıkan bu ihtilafın dayanağı ictihaddır ve doğruyu açığa çıkartarak yüceltme çabasıdır. Hata edene Allah indinde bir derece, isabet edene ise on derece sevap vardır. O halde dili onlara eza ve cefa etmekten korumak ve hepsini hayır ile yâdetmek gerekir. İmâm-ı Şâfi'î (rh.a.) demiştir ki: “Allah Teâla ellerimizi onların kanına bulaşmaktan korudu, o halde biz de dillerimizi onlara uzatmadan koruyalım!” İmâm-ı Şafi'î (rh.a.) yine şöyle demiştir: “Resûlullah'dan (s.a.v.) sonra insanlar zor durumda kaldı. Gökkubbe altında Hz. Ebû Bekir'den (r.a.) daha hayırlı birini bulamadılar ve kendilerini yönetmesi için onu tayin ettiler.” Bu söz Hz. Ali'ye nisbet edilen takiyye iddiasını açık bir şekilde reddetmekte ve Hz. Ali'nin (k.v.) Hz. Ebubekir'e (r.a.) biat ettiğini net bir şekilde belirtmektedir. Son bir dileğimiz ise Şeyh Miyân Ebu'l-Hayr’ın oğlu Miyân Siyden, büyük zatların çocuklarındandır. Refakatinizde Dekken'e 4 yola çıkmıştır. İltifatınıza ve yardımınıza mazhar olması umulur. Mevlânâ Muhammed Arif de ilim talebesidir ve büyük zatların soyundandır. Babası âlim bir zat idi. Geçimini sağlayabilmek için yardımınızı talep etmeye geldi. İlgilenmenizi umarız. Selam ve Saygıyla…
1 Tirmizî, nr. 2641; Taberânî, el-Evsat, nr. 4886. 2 el-Menziletu beyne’l-menzileteyn: Bu tabir, büyük günah işleyen kişinin îmândan çıktığı, fakat küfre girmeyip îmânla küfür arasında bir yerde bulunduğu inancını ifade eder. Mu'tezile bu kişiye fâsık demektedir. 3 Tirmizî, nr. 2167; Ahmed, el-Müsned, nr. 27766; Hâkim, el-Müstedrek, nr. 391, 392, 395, 398; Taberânî, el-Kebîr, nr. 13623. 4 Dekken, Hindistan'ın güneyindeki dağlık bölgedir. Müslümanlar buraya ilk defa 1294'de girmiştir. Burası İslâm medeniyetine ve İslâmî ilimlere hizmetleri ile tanınan geniş Müslüman ailelerin çokluğuyla meşhurdur. En Önemli şehirleri: Haydarabâd, Bangalor, Navapur ve Alwaye'dir. Bu haber 2005 defa okunmustur.
|
E-BÜLTEN ÜYELİĞİ_SAAT_NAMAZ VAKİTLERİ |
||||||||||||||||
Bu sitenin içeriği titiz çalışmalar ile hazırlanmaktadır. Kaynak gösterilmesi şartı ile çoğaltılabilir. Altyapy: MyDesign Haber Sistemi |