| ||||||||||||||||||
| ||||||||||||||||||
mekke medine canlıfacebook sayfasımız |
107. Mektup21 Mart 2013, 16:40 Çınar Erdoğan * Muhammed Sâdık el-Keşmîrî'ye yazılmıştır 107. MEKTUP
Allah Sübhânehû bizleri bu tâifeye inanma saadetiyle bahtiyar eylesin. Bir takım sorular içeren mektubunuz ulaştı. İnat ve taassup kokan soru her ne kadar cevabı haketmese de biz tenezzül ederek sorunun cevabı ile ilgileneceğiz. Çünkü birine fayda etmezse belki bir başkasına fayda edebilir. Birinci Soru: Kerâmetler ve olağanüstü haller önceki velîlerde daha çok olurdu. Günümüz büyüklerinden ise az olarak zuhur etmektedir. Bunun sebebi nedir? Cevap: Mektubun içeriğinden de anlaşılacağı üzere şayet bu sorudan maksat, kendilerinden sâdır olan olağanüstü hallerin az olması sebebiyle bu zamanın büyüklerini inkâr etmek ise şeytanın ayartmalarından Allah'a sığınmak gerekir. Olağanüstü hallerin zuhûr etmesi, Peygamber'in (s.a.v.) mucizesi gibi değildir. Çünkü mu'cize peygamberlik makamının şartlarındandır. Halbuki keramet velâyetin ne rükünlerinden ne de şartlarındandır. Bununla birlikte Allah Teâlâ'nın velîlerinden, olağanüstü hallerin zuhur etmesi yaygın olarak bilinmektedir ve onlarda bu hallerin bulunmaması nadirdir. Ancak olağanüstü hallerin çok zuhur etmesi üstünlük alâmeti değildir. Çünkü burada üstünlük Allah'a yaklaşmanın derecelerine göredir. Hatta olağanüstü hallerin Allah'a en yakın velîden, daha az; Allah'tan en uzak olan velîden ise daha fazla sâdır olması mümkündür. Görülmez mi ki; bu ümmetin velîlerinin bazısından zuhûr eden olağanüstü hallerin yüzde biri ashâb-ı kiramdan sâdır olmadığı halde velîlerin en faziletlisi, Sahabenin en alt derecesinde olana bile ulaşamaz. Olağanüstü hallere itibar etmek bakış açısı noksanlığındandır ve "taklid (tâbi olma)" istidadının da kusurlu olduğunun alâmetidir. Nübüvvet ve velayet feyizlerini kabul etmeyi hak edenler öyle bir topluluktur ki; onların tâbi olma istidadı, nazarî kuvvetlerine baskın çıkmıştır, Siddîk-ı Ekber (r.a.) tabî olma istidadının güçlü olması sebebiyle Peygamber'in (s.a.v.) tasdiki konusunda "niçin?" sözüne kesinlikle ihtiyaç duymamıştır. Lanetli Ebû Cehil kendisinde olan bu istidadın noksanlığı sebebiyle onca muhteşem âyetler ve onca karşı konulmaz mucizeye rağmen peygamberliği tasdik etme şerefine ulaşamamıştır. Allah Teâlâ bu inkârcı nasipsizlerin durumuyla ilgili olarak şöyle buyurmuştur: "Onlar her türlü mucizeyi görseler bile yine de ona inanmazlar. Hatta o kâfirler sana geldiklerinde; «Bu Kur'ân eskilerin masallarından başka bir şey değildir!» diyerek seninle tartışırlar (En'âm: 25) Bununla birlikte deriz ki; geçmişte yaşayan zatların çoğundan hayatları boyunca beş ya da altı defadan fazla olağanüstü hal sâdır olduğu vârid değildir, Hatta Seyyidu't-Tâife Cüneyd'den (rh.a.) on tane kerametin sudûru bile bilinmemektedir. Allah Sübhânehû 'Kelîm'i Musa’yı (a.s.) bize; “Andolsun, biz Mûsâ'ya açık açık dokuz âyet (mu'cize) vermiştik." (İsra: 101) ayet-i kerimesiyle anlatır, Hem bu zamanın meşâyıhınden olağanüstü hallerin zuhur etmediği nerden bilinebilir. Hatta iddia eden bilsin ya da bilmesin; öncekileriyle ve sonrakileriyle Allah Teâlâ'nın bütün velî kullarından olağanüstü haller her saat zuhûr eder. Ufukta doğmakta olan güneşe ne zarar verebilir! Gözsüz birinin güneşin parlayan ışığını görmemesi! İkinci Soru: Sâdık taliplerin keşif ve müşâhedelerine şeytanın bir şeyler atarak karıştırması sözkonusu mudur? Eğer sözkonusu ise şeytânî keşf nasıl bilinip ayırt edilecek? Değilse ilhâma dayalı bazı işlerde yanlış bulunmasının sebebi nedir? Cevap: Doğruyu en iyi bilen Allah Teâlâ'dır. Hiç kimse şeytanın karıştırması karşısında korunmuş değildir. Bu peygamberler için bile geçerliyse, hatta gerçekleşmişse velîler için hayli hayli düşünülebilir. Nerede kaldı ki sâdık tâlip için düşünülemesin. Bu konudaki nihai söz; şüphesiz peygamberler şeytanın bu karıştırma arzusu konusunda uyarılırlar ve böylece hak bâtıldan ayrılır. Allah Teâlâ'nın "Fakat Allah, Şeytanın kattığını derhal iptal eder, sonra kendi âyetlerini sağlamlaştırır." (Hac: 52) âyeti bu mânâya delâlet eden bir uyarıdır. Bu uyarı velîler için gerekli değildir. Çünkü onlar Nebî'ye (s.a.v.) tâbidirler. Dolayısıyla Nebî'nin (s.a.v.) getirdiğine aykırı buldukları her şeyi reddederler ve onu bâtıl kabul ederler. Şeriatın susup da isbâtına ya da reddine hükmetmediği durumlarda hakkı bâtıldan kesin bir şekilde ayırmak zordur. Çünkü ilhâm zannîdir. Ancak burada, sözünü ettiğimiz hakkı bâtıldan ayırma durumunun olmaması sebebi ile velâyete asla kusur ulaşmaz. Çünkü şeriat hükümlerini yerine getirmek ve Nebî'ye (s.a.v.) tâbi olmak dünya ve âhiret kurtuluşunu garanti etmektedir. Hakkında şeriatın sustuğu işe gelince bu, şeriat üzerine bir eklemedir; bizse ekleme olan işlerden sorumlu değiliz. Bilmek gerekir ki; keşifteki yanlış şeytanın atmasıyla sınırlı değildir. Çünkü hayal gücü ile, doğru olmayan hükümler tahayyül edilebilir ve bunda şeytanın hiçbir etkisi olmaz. Yine aynı şekilde Nebî'yi (s.a.v.) rüyada görerek ondan Hak olan fakat hakikatte şer'î hükümlere ters bazı hükümler almak da yine bu kabildendir. Halbuki burada şeytanın atıp karıştırması düşünülemez çünkü âlimlerin muhtar olan görüşüne göre şeytan, her ne sûrette olursa olsun, Beşeriyetin Efendisi'nin (s.a.v.) şekline giremez 1. İşte bu durumda hayal gücünün, gayrı vakı'î olanı vakı'î olana atıp karıştırma tasarrufundan başka bir şey olmaz. Üçüncü Soru: Kerâmet yoluyla tasarruf ile istidrâc yoluyla tasarruf ilk bakışta eşit gibi gözükmektedir. Bu durumda, seyr u sülûkun başında olan sâlik, kerâmet sahibi bir velî ile istidrâc sahibi yalancı bir iddiacıyı nasıl ayırabilir?
Cevap: Doğruyu en iyi bilen Allah Teâlâ'dır. Seyr u sülûke yeni başlayan derviş için bu ikisini birbirinden ayırma konusunda delil açıktır. O da selim olan vicdanıdır; eğer sâlik o kişinin sohbetinde iken kalbini Hak Sübhânehû'ya meyilli, O'na cezbelenmiş ve Hak Sübhânehû ile birlikte bulursa, bilsin ki o kişi keramet sahibi bir velîdir. Ancak kalbini, bunun tersi bir durumda bulursa kesin olarak bilsin ki; o kişi istidrâc sahibi ve yalancı bir iddiacıdır. Eğer bu durumda bir gizlilik söz konusu ise, bu gizlilik sâliklere göre değil, davar gibi olan avama göredir. Avam için gizli olan ise havas kullar nezdinde itibara alınacak bir şey değildir. Çünkü bunun sebebi kalbin hastalıklı olması ve basîretin perdelenmesidir. Bu mektubu, bu tür şek ve şüpheleri yok etme konusunda sana faydası olacak bazı bilgilerle bitirelim: Bilmek gerekir ki; velâyette var olan "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak”, velîlerin Vâcib Teâlâ’nın sıfatlarına benzer sıfatlar elde etmesi demektir. Ancak buradaki benzerlik yalnız isimdedir ve ortaklık, sıfatların umûmundadır. Yoksa, sıfatların mânâlarının husûsiyyetlerinde beraberlik olamaz. Çünkü böyle bir şey muhaldir ve hakikatleri ters yüz etmeyi gerektirir. Hâce Muhammed Pârsâ (k.s.) Tahkîkât'ında, "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" ölçüsünü açıklarken şöyle der: "... Allah'ın bir diğer sıfatı 'melik'tir. Mânâsı, her şey üzerinde tasarruf sahibi olan demektir. Sâlik de eğer nefsi üzerinde tasarruf sahibi olup onu alt etmeye muktedir olursa tasarrufu kalplerde de geçerli olur ve bu sıfatla sıfatlanmış olur. Bir diğer sıfat, “ semi ” (işiten)dir. Eğer sâlik hak sözü duyar, kimden gelirse gelsin kibirlenmeksizin kabul eder ve ruhu ile dinleyerek gaybî sırları ve içinde şüpheye yer olmayan hakikatleri anlarsa bu sıfat ile sıfatlanmış olur. Bir diğer sıfat da 'basîr' (gören)dir. Eğer bu yoldaki sâlikin basiret gözü açıksa ya da ferâset nûru ile nefsinin tüm kusurlarını görüp başkasının kemâline şehâdet ederse yani herkesin, kendisinden daha üstün olduğuna inanırsa ve yaptığı her şeyi Hak Sübhânehû’nun kabulünü gerektirecek şekilde yapma derecesinde Hak Sübhânehû, kendi nazarında 'gören' ve 'nazar edilen' olursa bu sıfatla vasıflanmış olur. Bir başka sıfat da 'muhyî (dirilten)'dir. Bu yoldaki sâlik, terkedilmiş sünneti yaşayarak diriltme işini yaparsa bu sıfatla vasıflanmış olur. Bir diğer sıfat 'mumît (öldüren)'dir. Eğer sâlik sünnetin yerine kullanılan bid'atleri ortadan kaldırırsa bu sıfatla vasıflanmış olur. Diğer sıfatlar dâ bu kıyas üzeredir. Avam, "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanınız" ölçüsünden, başka bir şey anlar ve sapıklık çölüne düşer. Velînin, ölü cesedi mutlaka diriltmesi gerektiğini, gaybî olan bir çok şeyin ona açıklandığını vb. şeyler ileri sürerler. Görüldüğü gibi bu, bozuk olan zanlardandır. "Şüphesiz zannın bir kısmı günahtır.” (Hucurat: 12) Aynı şekilde diriltme ve öldürmedeki olağanüstü haller sınırsızdır, Ancak ilimler ve ilhama dayalı marifetler âyetlerin en büyüğü ve olağanüstü hallerin en yücesidir. Bundan dolayıdır ki; Kurân-ı Azîm mu'cizesi, diğer mu'cizelerin hepsinden daha güçlü ve daha kalıcıdır. Derinlemesine düşünmek gerekir; bahar yağmuru gibi akıp gelen bu ilimler ve marifetler nereden elde edilir? Bu ilimler olanca çokluğuna rağmen şer'î ilimlere tamamıyla uymaktadır ve aralarında kıl kadar bir uyuşmazlık söz konusu değildir. Bu özellik ise bu ilimlerin doğruluğunun alâmetidir. Şeyhimiz hazretleri de "Bilgilerinin hepsi sahihtir" diye yazmıştı ama bunun ne faydası var ki! Çünkü her ne kadar bağlılığınızı ileri sürseniz de şeyh efendinin sözü sizin için delil olmamaktadır. Bundan daha öte ne yazalım! Bu sorularınız her ne kadar ilk başta ağır geldiyse de sonunda bu bilgilerin ve marifetlerin açığa çıkmasına sebep olduğu için iyi oldu. Her çirkinliğin mutlaka güzel bir yanı var! Baksana, zencinin dişleri karanlıktaki yıldız gibi parlar! Doğrusu hayret etmek gerekir; önceki mektubunuzda büyük bir ihlas ve samimiyet gösterip ardı ardına gerçekleşen iki vakıanın buna sebep olduğunu iddia etmiştiniz. Bu iki vâkı'anın etkisinin uyanıkken de sürdüğünü ve sizi eski halinizden tamamıyla pişmanlık duyup tevbe etmeye, ders almaya ve iman tazelemeye götürdüğünü yazmıştınız. Bunun üzerinden bir ay bile geçmeden bu durumunuzda bir değişiklik sezilmekte ve geri adım atarak tekrar o eski hale döndüğünüz görülmektedir. Hatta o iki vâkıanın yorumunun en başındaki duruma döndün. Bu da o vâki'aların şeytanın atıp karıştırması ya da keşif hatası oldukları sonucunu doğurur. Önceki durum neydi? Şimdi bu nedir?! Filanın şer işlediğini söylüyorsun. Ben derim ki; Bize zarar vermez; bilakis vebali kendinedir! Selam hidayete tâbi olanlara ve Muhammed Mustafa'ya (s,a,v,) ittibâya sımsıkı sarılanlara olsun.
1 Buhârî, İlim, 38, nr. 110; Müslim, Rüyâ, 2, nr. 2268. Bu haber 3736 defa okunmustur.
|
E-BÜLTEN ÜYELİĞİ_SAAT_NAMAZ VAKİTLERİ |
||||||||||||||||
Bu sitenin içeriği titiz çalışmalar ile hazırlanmaktadır. Kaynak gösterilmesi şartı ile çoğaltılabilir. Altyapy: MyDesign Haber Sistemi |